Dil Yüreğin Kepçesidir
“Dil yüreğin kepçesidir.” Günlerdir bu atasözü ruhumun bir yerine dokunup kaçıyor. Kuş tüyü gibi desem, değil. Mızrak gibi desem, tam öyle de değil. Hani yarayı kaşırsın tatlı gelir, sonra inceden bir sızı taşar içinden, onun gibi daha çok. Bu sözü kim niye söyledi, diyorum sonra.
İnsan içinde ne taşırsa, yüreğinde ne biriktirirse diline o gelirmiş. Hem de öyle kaşıkla falan değil, kepçeyle. İyilik, güzellikten yanaysa bol kepçeyle; kötülük, hasetten yanaysa yine bol kepçeyle. Eninde sonunda, dil yürekte olanı ele veriyor. İnsan biriktirdiğiyle kalıyor vesselam.
Kendimizi tanımanın işaret taşlarını gün içinde yan yana diziyor da dilimiz haberimiz yok. Ya suskunlar, sesi içine kaçmışlar, dertliler, acıyı diline yatıramayanlar, dilini bağlayanlar ne olacak? Onların yüreği çatlamaz mı, çürümez mi, acıdan kıvranmaz mı? Dil yürektekini taşırmaya bu kadar meyyal ise susla büyüyenlerin ahvali ne olacak? Yüreğine sus tohumu serpilen nice canların dili lâl mı kalacak?
“Dil yüreğin kepçesidir”, o vakit dilimizden çıkana, dişlerimize değene, kulağa dokunana kayıtsız kalmak mümkün olmayacak. O dil ki aracı, haberci, laf taşıyıcı, yüreğin elçisi. Elçiye zeval olmaz, eğilip yürekte olana bakmak gerek.