HALK TÜRKÜSÜNÜN UZUN İNCE YOLCULUĞU

Karacoğlan, Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Seyrani, Aşık Veysel, Mahsuni Şerif, Neşet Ertaş… Anadolu insanının özünden beslenen halk müziği, yeni yetme sanatçı züppelerin kulak tırmalayan ritim bozuklukları arasında  kendi sesini duyurabilecek mi geleceğe …

Halk müziği yüzyıllar boyunca halkın kolektif bilincinde biriken ortak duygulanımların dili olagelmiştir. Kimi zaman anonim boyutuyla dilden dile, gönülden gönüle dolaşmış türküler. Kimi zaman da halk ozanlarının gönül perdelerinden yankı bulmuşlar. Ama her halükarda halkın  duygu ve düşüncelerini, sevinç ve acılarını, yiğitlik, göç, sevgi, sıla gibi özel durumlarını konu edinmişlerdir.

Halk türküleri Koşma, Yiğitleme, Taşlama, Koçaklama, Ağıt, Ninni, Uzun Hava, Destan, Kız Ağlatma vb. gibi şiir türlerinde yazılmış bu güne kadar.  Halkın konuşma dilinin kullanıldığı bu eserlerde zaman zaman yöresel sözcük kullanımlarını da görmek mümkün. Aynı türkü sözlerinin aynı coğrafyada farklı söz ve ezgilerle söylenir olması, bir milletin kendinden olanı nasıl sahiplendiğinin en güzel işareti olsa gerek. Toplumun ortak estetik zevkiyle şekillenen türküler, saz şairlerinin içten gelen ezgilerle okudukları hüzünlü hikayeleri de saklarlar heybelerinde çoğu zaman.

Türküler bazen ortak bir tepki olmuş. Bolu Dağı’na çıkıp naralar savuran Dadaloğlu’nun gür sesi tüm Anadolu’da yankılanmış: “Belimizde kılıcımız kirmani/ Taşı deler mızrağımın temreni/ Hakkımızda devlet vermiş fermanı/ Ferman padişahın dağlar bizimdir” Bazen de aşkın kavuruculuğu yürekten dile dökülür: “Ela gözlüm ben bu elden gidersem/ Zülfü perişanım kal melül melül/ Kerem et, aklından çıkarma beni/ Ağla göz yaşını, sil melül melül.” (Karacoğlan)  “Kul olayım kalem tutan ellere/ Kâtip arzuhalim yaz yare böyle/ Şekerler ezeyim şirin dillere/ Kâtip arzuhalim yaz yare böyle.” (Pir Sultan Abdal) Kimi zamanda Dadaloğlu’nun sesine ses veren kahramanların modern zamanlardaki görüntüsü takılır mısralara: “Yoksulun sırtından doyan doyana/ Bunu gören yürek nasıl dayana/ Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana/ Bilmem söylesem mi söylemesem mi”(Mahsuni şerif)

Geçmişle gelecek arasındaki sürecin (şimdi’nin) en canlı kayıt tutucusu olan türküler, nesilden nesile sadece tarihsel nüansları aktarmakla kalmaz, toplumun duygusal akıntısının da izdüşümlerini gösterir. Özellikle son yıllarda halk türkülerinin ehli olmayanlar tarafından seslendirilmesi, sanatsal üretim kabızlığı yaşayanların popüler bir iştahla üzerine çullanmaları, kazananlardan başka herkesi rahatsız eden bir noktaya ulaştı. Özellikle pop vs. tarzına dönüştürülerek okunması türkülerin binlerce yıllık bir geleneğe sahip içtenliğine ve ruhuna oldukça aykırı. Halktan olmayanların “halk türküsü” okumalarının ne türden bir sanatsal (!) etkinlik olduğu ortada. Her şeyden önce sırıtan bir görüntü bu. Bu durumdan en çok rahatsız olanlar şüphesiz ki halk şairleridir. Çalıp söylemeye başladığından otuzlu yaşlarına kadar kendi türkülerini okumaktan utanan Aşık Veysel, bugün pervasızca kendi türkülerini diline dolayanlara “Gör ki başa neler gelir” demekten kendini alıkoyamazdı herhalde.

Share: